31 Temmuz 2013 Çarşamba

Sınıfta "disiplin"... DISIPLIN mi? Nasıl Yani!


Disiplin, demokrasi, düzen, eşitlik, adalet, sistem vb pek çok kelime var hayatımda sık sık sorguladığım. Çok kullanılan kelimelerin zamanla içlerinin boşaldığını görüyorum. Bu sebeple zaman zaman zihnimi sıfırlamaya çalışarak bu tür kelimeleri yeniden anlamlandırmaya çalışıyorum.

Bu kavramlar hayatımıza aslında çok erken yaşta giriyor. Mesela çocukken, hele hele evde bizden başka bir çocuk daha varsa işte o zaman adalet ya da eşitlik başka bir anlam kazanıyor gözümüzde. Tüm hareketler kardeşden sonra anne babayı deneme ve tepkilerini ölçme üzerine kuruluyor.

Aile ile tanıştığımız bu gibi kavramlar toplum ile örülüyor, okul ile perçinleniyor. Tüm bu birimler (aile, toplum, okul) bizi aynı şekilde yönlendirirse artık biz hayatı o pencereden anlamlandırmaya başlıyoruz. Örneğin disiplin konusunda bir çocuğun ailesi de okul da (öğretmeni de) aynı olumsuz yöntemleri kullanıyorsa çocuk bir müddet sonra bunu norm kabul etmeye ve bu minvalde tepkiler geliştirmeye başlıyor. Ne gibi; yalan söylemek, sinir krizleri geçirmek yada olumsuz(!) davranışların dozunu arttırmak gibi...

Ben bu konuya psikolog gözlüklerimi takarak; eğitim ve eğitimci penceresinden baktığımda şu anda uygulanan ciddi yanlışlar görüyorum.

Mesela disiplin konusu; pek çok öğretmen tarafından yanlış algılanan ve uygulanan bir alan. Disiplin kelime olarak pek çok kişinin zihninde olumsuz yankılar yapar. Mesela “düşünme köşesi” ya da “birşeylerden mahrum bırakma” teknikleri ilk akla gelenlerden olabilir.

Bu teknikler hiç kullanılmaz diyemem. Tabiri caizse “zıvanadan çıkmış” çocuklar için zaman zaman uygulanabilir. Fakat okullarda bu teknikler çocuğu rencide etmek ve duygularını incitmekten başka bir işe yaramaz; bu çok nettir.

“Aaaa biz ne terbiyeli çocuklardık, ne varmış, anne babamız bize o beğenmediğiniz disiplin tekniklerini kullandılar ama gayette sağlıklıyız işte” sözlerini çevremden çok sık duyarım. Ne kadar sağlıklı oldukları tartışılabilir bence! Ama hem terbiyeli, hem öz güvenli hem de duyguları örselenmemiş çocuklar yetiştirmek mümkün diye düşünüyorum.

Benim zamanımda okulda çöp kutusunun yanında tek ayak üzerinde bekleme cezası vardı mesela. Hatta benimde bunun tadına bakmışlığım vardır. Bu öğretmen tarafından “rezil etme” üzerine kurulmuş bir CEZA dır. “Hııı, demek böyle yapıyorsun, ozaman çık şuraya arkadaşlarının önünde bir rezil ol tek ayak üzerinde beklede gör bakalım” mantığıdır. Bunun çocukta ki karşılığı şudur; arkadaşlarıma rezil olmamak için bu davranışı bir daha yapmamalıyım, ama kimsenin olmadığı bir yerde bunu tekrar deneyebilirim.

Çok net. Çocuklar çoğu zaman bizimle aynı çıkarımları yapmazlar. Bunu onlara sorabilirsiniz. Hatta bazen verdiğiniz cezayı bile anlamlandıramazlar. Çünkü ebeveynler ya da öğretmenler çocuğa herhangi bir açıklama yapma gereği duymadan cezayı yapıştırabilirler.

Bu zor bir dengedir. Özellikle 10-15 kişinin bulunduğu bir sınıfta (ya da çok çocuklu ailelerde)  adil olmak, her çocuğa eşit davranabilmek, POZITIF disiplin teknikleri kullanabilmek ustalık ister.

Nedir bu pozitif disiplin? 4 yaş grubunda özellikle sıklıkla yaşadığımız bazı sorunlar oluyor. Hala egocentrik dönemden tam olarak çıkamadıklarından bir oyuncak üzerinden tartışmalar çıkabiliyor. Biri diyor ki onunla ben oynayacağım , diğeri diyor ki onu önce ben aldım. Burada bizim ögretmenimiz şöyle bir yol izliyor;

1. Öncelikle sorunun ne olduğunu soruyor, (bilse bile bunu çocuklardan dinlemek çok önemli)

2. Onlarla konuşuyor ve aralarında anlaşmalarını istiyor. Ve onlara belirli bir zaman  tanıyor.

3. (Büyük olasılıkla –ilk başlarda- sorun çözülemez) öğretmen yanlarına gidiyor ve gördüğü kadarı ile sorunu çözemediklerini söylüyor. Öğretmen bu noktada kendi fikrini söylüyor. Mesela sıra ile oynayabileceklerini bu sırayı da sayışarak yapabileceklerini öneriyor.

4. Bu çocuklar tarafından kabul edilirse olay sonuçlanıyor.  Eğer kabul edilmezse o zaman öğretmen anlaşma sağlanamadığı için sorun olan malzemeyi ya da oyuncağı ortadan kaldırıyor.

Bu her iki sonuçta da çocuklara şunu soruyorum; Sizce bu adil mi? Tamam mı, sorun çözüldü mü?

Aldığım cevap her defasında “evet” oluyor. Oyuncağın ortadan kalkmasına üzülseler bile kimseye haksızlık yapılmıyor ya da sayışmak onlar için uygun ve adil bir yöntem olarak görünüyor. Neticede kimin çıkacağı bir muamma!

Sınıfta disiplin, sınıfta demokrası, sınıf duzeni, çocuklar arasında adalet gibi konular zannettiğimizden çok daha önemli. Çocukların inanılmaz bir eşitlik ve adalet anlayışları var. Kendi dünyalarına göre.

Davranış eğitimi ceza ile verilemez. Davranış eğitimi doğru örnek olma, sabır ve özveri ile verilebilir. Birşeyin temelini sağlam atmazsak üzerine ne koysak çöker. Çocuklarımız bizden korktukları için bir davranışı yapmıyorlarsa burada bir sıkıntı var demektir. Onların daha sağlam bir ahlaki alt yapıya ihtiyaçları var. Biz gittikten sonra da onlarla kalabilecek bir dayanağa. 

Psikolog Beyza YAŞAR

23 Temmuz 2013 Salı

Bir çocuk kitapçısı hatırası


Bu sene ki Amerika gezimde benim çok sevdiğim birkaç kitapçının kapandığını gördüğümde çok üzülmüştüm. Bazen canım sıkkınken ya da acaba ne yapsam diye düşünürken kendimi o kitapçılarda bulurdum. İçeri girdiğinizde burnunuza gelen kahve kokusumu desem orayı cazip yapan yoksa istediğin dergiyi ya da kitabı alıp okuyup tekrar yerine koyabilme lüksü mü bilemiyorum. Ama oraları çok özlüyorum. Buraya geldiğimden beri sık sık sorarlar özlüyor musun Amerika’yı diye. Evet özellikle kitapçılarını çok özlüyorum.

İstanbul da çok az çocuk kitapçısı olduğunu biliyoruz.  Burası Maryland'de bir kitapçı. Kitapçının çocuklara özel mekanı resimlerde. 2 katlı ve oldukça büyük bir mekanın 2. katının yarısı çocuklara ayrılmış. Eğlenceli mekanlar oluşturabilmek aslında zannedildiği kadar kolay değil. Ben bu kitapçıdan  kızımı çıkaramadım mesela. Benim de pek çıkasım gelmedi :) işin doğrusu... 

Böyle yerlerde saatler değil, günler geçirilebilir bence.


Herkese ilham olması dileklerimle...

Psikolog Beyza YAŞAR

15 Temmuz 2013 Pazartesi

İlk "Bülten" işte böyleydi :)


Şu anda 15 günde bir fakat Eylül ayı itibari ile haftada bir velilerimize ulaştıracağımız "Haftalık Bülten"imizi aşağıda görmektesiniz. Yeni dönemde her hafta başında ingilizce planımız, hafta sonunda ise sınıf ögretmenlerimizin hazırladığı bülten velilerimize ulaştırılacak. Bültenler müfredat çercevesinde hazırlandığından ve çocuktan çıkan bir sistem uyguladığımızdan oluşumu ve tamamlanması hafta sonunu (Cuma günü) buluyor. Ayrıca aylık psikolog gözlem ve bilgilendirme raporu da velilerimize göndereceğimiz bir diğer döküman olacak. Aşağidaki "bülten" çocuklar ile ilgili bize o kadar fazla bilgi veriyor ki, biz bu metin ile birlikte birde "bu bülten bize neler anlatıyor" içerikli bir metin daha gönderdik velilerimize. Yeni sistemi anlamak ve çocuklarının okulda neler yaptığını bilmek en çok onların hakkı ne de olsa!

"Sevgili Velilerimiz,

Mart ayı itibariyle okulumuzda bir çok değişim oldu. Okul düzeni, sınıf ortamı, çocuklara yaklaşım felsefemiz ve eğitim anlayışımız… 8  yıllık öğretmenliğim süresince ben öğreten, baskın karakter, çocuklara hazırladığım planı uygulayan, plan dışına çıkmayan bir öğretmendim. Fakat Mart ayında değişen eğitim anlayışımızla ilişkili olarak; kitaplar okumaya başladım, araştırmalar yaptım, eğitim aldım ve Beyza hanıma sorular ve fikirlerle çok gittim. Teoride tamamdı bir çok şey ama uygulamaya gelince zordu. Öğreten rolünden çıkıp yön gösteren, öğretmen odaklı klasik eğitim sisteminden öğrenen ve çocuk merkezli bir sisteme geçmek ilk zamanlarda zorladı beni. Şimdi bu sistemin doğruluğu ve diğer sistemle aradaki farklılıkları gözlemlemekte ve yadırgamaktayım. Çocuklarla birlikte öğrenmek, yeni fikirler üretmek, yeni fikirlerin ve uygulamaların çocuklardan çıkıyor olması daha eğlenceli bir gün geçirmemize neden oluyor.

Yeni eğitim sisteminde benim en zorlandığım şey ‘’ soru üretmek ve sormak’’ oldu. Bu güne kadar birçok soru sordum evet ama ucu açık, çocukları düşünmeye ve bir şeyler üretmeye sevk edecek soruları bulmak zorlandığım bir konuydu. Şimdilerde soru üretmeye başladım ve bunun zaman içerisinde geliştiğini kendim de farkedebiliyorum. Diğer bir farklılık da her gün benim belirlediğim bir faaliyeti benim seçtiğim malzemelerle yapmak yerine (önceki eğitim sistemi bunu kapsıyordu) bir konu belirleyip onu sorularla açmak, çocuklarla sohbet ederek projeye dökmek, geniş malzeme seçenekleriyle tamamen kendilerinin üretmesini sağlamak hem onların, hem de benim alışık olduğumuz bir durum değildi. Fakat şunu belirtmeliyim ki çocuklar bu yeni sisteme benden çok daha kolay uyum sağladılar.

Öncelikle sistemimiz sonuç odaklı değil süreç odaklı. İlk proje konumuzu yaşam alanları olarak belirledik. Ana konumuz Evren, fakat bu çok geniş bir konu olduğundan parçalara böldük. Parçadan bütüne gitmeye karar verdik ve en küçük parça olan yaşam alanlarını ilk konu olarak belirledik. Yaşam alanları – evler, şehirler, ülkeler, kıtalar, gezegenler ve evren olarak ana konuya doğru genişleyerek ilerleyeceğiz. Bizim için buradaki en önemli nokta çocukların tüm konular arasındaki bağlantıları anlayıp bunları birbirleri ile ilişkilendirebilmeleri.

Proje uygulama açısından bu çocuklarla yapacağımız ilk projemiz olacağından onların ilgisini çekcek bir şey olsun istedik ve hayvanların yaşam alanlarıyla başladık. Önce hayvanları doğada yaşayanlar, nesli tükenmiş olanlar, evcil hayvanlar, suda yaşayanlar olarak gruplara ayırdık. Ardından nerede yaşadıklarını konuştuk ve onlara barınak yaptık. Su ve yemek bulmaları için doğal ortamlarını (orman) yaptık. Ağaçları, çimenleri, su içmeleri için dereyi aralarında konuşup eklediler. En son olarakta hayvanları barınaklarına yerleştirdik. Böyle hızlı hızlı sıraladığımıza bakmayın, projemiz 1 hafta sürdü.

Çocuklar bu ilk projede bu tür bir çalışmaya alışık olmadıklarından grup olarak çalışmakta biraz zorlandılar, daha çok bireysel çalışmayı tercih ettiler.

Geçtiğimiz haftaki projeyi ise konumuzun bir üst basamağına ilerleterek insanların yaşam alanlarına geçtik. “İnsanlar nerelerde yaşar?” Sorusunu sordum. İnsanların evde yaşadıklarını ve işe gittiklerini söylediler. Bu projede grup olarak çalışacaklarını anlattım. B1&M2  M1&B2 A&Y olarak üç grup oldular. Grup arkadaşlarıyla konuşup yapacakları evler için atölyeden malzemeler seçtiler seçim sırasında grup arkadaşıyla fikir alışverişi vardı. Ilk projenin aksine bu sefer çok çeşitli malzeme ile çalısabildiler ve bir ekip olma fikrini benimsemeye başladılar. İlk olarak bahçe yapmak için zemini seçtiler ve çimen yaptılar.Zeminden sonra M1&B2 bina için ilaç kutularını kullanarak binalar yaptılar.


M1- eve çadırda kurulabilir.
B1- biz zaten çadır yapıyoruz insanlar çadırda da kalır. Değişik bir yaklaşımla B1&M2 çadırı oluşturmak için kutuları birleştirmeye çalışıyorlardı.
M2- insanlar arabaya da binerler dedi ve araba için malzeme aradı ve yapmaya koyuldu. Grup arkadaşlarıyla sürekli iletişim içindeydiler. B2&M1 bahçelerine taşları eklerken,
B2; bahçenin kapısı olur ve açılır, merdivenleri de olur dedi ve yapmak için arkadaşıyla konuşup malzeme seçtiler.


Proje çalışmalarında beni en çok şaşırtan isim M1 oldu. Malzemeleri önce çok dikkatli inceledi ve ardından seçti. Ayrıca proje oluşturmada üretkenliğinin ileri derecede olması dikkat çekmektedir.  


Bu projemizde diğeri gibi bir hafta sürdü. Her gün konuyla ilgili olarak projeye yeni şeyler ekledik. Evlerin önlerinde sokak ve yolların olduğunu bu yollarda araba, hayvanlar olduğu ve insanların market ve eczaneyi kullandıklarını ilave ettiler ve projeye adım adım eklediler. İnsanların yaşam alanlarını yaptık ama bir şey eksikti onu B1 buldu ve insanlar eksik dedi. Herkes kendi insanlarını yapmak için malzeme alıp yapmaya koyuldular; değişik, eğlenceli ama çok da yaratıcılık dolu insanlar çıktı. Çocuklarım üretmeye geçmişti artık. En son bazı hayvanların insanlarla yaşayabildiklerini konuştuk –diger proje ile de bağlayabilmek adına- ve sınıftaki hayvanlar arasından insanlarla yaşayanları bulmak için ayırdılar tek tek nerede yaşarlar?, Ne yerler? Birbirleriyle soru cevap şeklinde konuşarak ayırdılar. Kelebek, arı, karınca, kaplumbağa, tavşan, köpek, kedi gibi hayvanları alıp projeye dahil ettiler. Sokakta yaşayan hayvanların nasıl beslendiği, nerden yemek buldukları hakkında konuşup projeyi tamamladık.


Bu şekilde çocuklar hem bu güne kadar bildikleri eski bilgileri, hem de yeni öğrendikleri bilgileri harmanladı. Tartışarak, araştırarak, soru sorarak öğrendiklerini kalıcı hale getirdiklerine inanıyorum.

Sistemimiz sonuç değil süreç odaklı olduğundan ve süreci çocuklar yönlendirdiğinden bültenlerimizi ancak projelerimizi uyguladıktan sonra size  ulaştıracağız. Bir sonraki bültenimizde görüşmek üzere,

Hoşçakalın,                                                                                    
Sevgilerimle
Burcu Öğretmen"

İlk bülteni hazırlayıp göndermek hem öğretmenimiz hem de bizim için heyecan verici bir tecrube idi. Bu ilk gün ki heyecanımızı hiç kaybetmeyelim inşallah.

Psikolog Beyza YAŞAR




9 Temmuz 2013 Salı

Kitap* 3 Kedi 1 Dilek



Doğruyu söylemek gerekirse ben kitabı görür görmez, daha kapağından, çizimlerine vurularak aldım elime. Taa uzaktan gördüğümde de bu kitabı almalıyım diye gidiyordum yanına.

 Çizimler Ayşe İnan Alican'a ait. Kendisini zaten her ay Meraklı Minik dergisinden takip ediyoruz. Hatta sık sık kendimi "Neden tüm derginin çizimlerini o yapmıyor ki?" derken bulabiliyorum. Ayşe Hanım'ın çizgilerinin yanında benim en hoşuma giden renkleri kullanışı.

Çocuk kitabı olduğunu farketmemle hemen hikayeyi okumak için açtım içini. Hikayesi de en az çizimleri kadar güzel ve etkileyici. Hikaye Sara Şahinkanat'a ait. Ben yazarın sadece iki kitabını okudum. Biri buradaki "3 Kedi 1 Dilek", diğeri de "Kim Korkar Kırmızı Başlıklı Kızdan". Oda en az bu kitap kadar eğlenceli.

Çizim ve hikaye ciddi manada birbirini tamamlayan iki unsur. Her ikisinin de güzel ve kreatif olması biz okuyuculara inanılmaz bir tat veriyor. Belki benim özel merakımın da etkisi olabilir ama zaman zaman canım sıkıldığında kendi okuma kitaplarımdan çok kızımın kitaplarına gidiyor elim. 

Kitapları kızıma okumadan önce mutlaka kendim okurum, hatta doğruyu söylemek gerekirse pek çoğunun dilini ve ifadelerini değiştiririm. Pek çok kitabı çizimlerini beğenerek alırım ama hikayede ufak tefek değişiklikler yaptığım olur. Bu hikayeyi olduğu gibi okuyabiliyorum. Bu benim için büyük rahatlık. İfadeler çok güzel, dil sade. Konusu arkadaşlık, kurgusu çok pırıltılı ve kreatif. Okurken benim gözlerim parlıyor. Eğer kızım o aksam okumak için bu kitabı  seçti ise seviniyorum doğrusu.

Kitap 3-8 yaş arasına uygun . Çizimler renkli ve eğlenceli  olduğundan daha küçük yaşların da dikkatini çekiyor.

Ve şunu da söylemeden edemeyeceğim, kızım bu kitabı her okuyuşumuzda eve ne zaman bir kedi alabileceğimiz konusunda pazarlıklara girişiyor. Zaten içinde var olan kedi sevgisi, bu kitapla tekrar tekrar pekişiyor.

Çok eğlenceli, duygu yüklü :), renkli ve sürprizli bir kitap.

Psikolog Beyza YAŞAR

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Mustafa Kutlu'dan - Oyuncak -


Oyuncak

Ülkemizde yaşı elliyi aşan çoğu kişi oyuncak için şöyle der: 'Biz eskiden oyuncaklarımızı kendimiz yapardık'. Bu sözde hem bir özgüven hem de günümüzün 'oyuncak dünyası'na bir tepki var.
Gerçekten de öyleydi.
Kendi çocukluğumu düşünüyorum. Yahu en basiti oynayacak 'top' bulamazdık. O yıllarda yere değdi mi fena halde zıplayan lastik toplar vardı ve bilhassa onlarla futbol oynamak bayağı hüner isterdi. O topa verecek para bulamaz, paçavraları sıkıca yuvarlayarak İngiliz sicimi ile sarar böyle bir top ile saatlerce oynardık.
Bir arkadaşımız çok marifetli idi. Telden taksiler, arabalar, hatta vinç dahi yapardı. Biz bu arabaları gazoz kapakları, renkli elişi kağıtları ile kaplar, ayakta sürecek kadar uzun direksiyonu ile ağzımızı korna yaparak yarışırdık. Esas yarış çember çevirmekte olurdu. Bitpazarından alınan türlü ebatlarda çember (çoğu çelik) sürecek kalın bir tel ile sahaya çıkar; start verilince ileri atılırdı. Her çemberden çıkan o ince cızırtı âdeta bir orkestra yaratır, tozlu yolda ardımızda jet uçağının dumanı gibi bir iz bırakarak tabana kuvvet koşardık.
Cam bilyelerle oynamanın zevki başkaydı. Beş kuyulu oyunda para da vardı. Vuruşu delikli yüz para. On kuruşu toparladık mı üç tekerli arabası ile okul önünden ayrılmayan kozhelvacıya gider, cevizli helvaları mideye indirirdik.
Tahta oyuncak yapmak bayağı hüner isterdi. Ama şurasını önemli vurgulamalıyım eğri-büğrü de olsa, yaparken-çakarken parmağımıza çekip değip şişse de, miline taktığımız teker deliği dar gelip dönmese de iş bittiği zaman âdeta bir zafer kazanmış gibi olurduk.
Dile kolay elimizde bir eser vardı.
Bizim eserimiz. Alın terinin eseri. Bu uğraş çocuk zihnimize ve hissiyatımıza bir şahsiyet kazandırır, hazıra konmaktan öte bir zevk verirdi.
Üstüne hemen kiremit, tebeşir, yağlı boya, kömür ne bulursak onunla bir isim yazar; ismin iki yanına iki ay-yıldız kondururduk.
Ardından bir nara patlatırdık:
'Yol verin yeşile kavuşsun eşine'.
Mutfak eşyaları, kürek sapı, yayık vesaire yapan, aza kanaat eden fakir ve ihtiyar marangozlar (Genç, kadrosu yerinden, sermayesi olanlar kapı pencere gibi büyük işler, hatta harman makinası bile yapardı) çocuklar için basit tek tekerli arabalar, sallanan atlar, yeni yürümeye başlayan çocuklara üç tekerli çıyrıklar falan yapardı.
Kızlar kendi bebeklerini bir haç misali birbirine çivilenen çubuk üzerine kumaş parçaları uydurarak; bir yuvarlak torba dikip içini doldurduktan sonra ona kaş-göz yapıp, baş şekline sokup bu sopalardan uzun olanının ucuna geçirip, ardından bir de başörtüsü bağlayarak imal ederlerdi. Evcilik oynarken bezden, kiremitten, tahtadan evler (yani eve benzer şekiller) yaparak birbirlerine misafirliğe gidip; çamurdan imal edip kuruttukları bardaklarda, fincanlarda çay-kahve ikramında bulunurdu.
'Oyuncakçı' diye müstakil dükkân yoktu. Bakkal, kırtasiyeci, züccaciye mağazası bile teneke taksiler, uçurtmalar, lastik toplar, rüzgâr gülü ve çıngırak satardı. (Bunları nostalji olsun diye yazmıyorum. Bir zihniyet değişikliğidir dediğim).
Dünya bir kararda durmuyor.
Teknoloji ve sanayi her geçen gün yenilikler buluyor, imal ediyor, pazarlıyor. Biz de bu pazara dahil olduk. Naylon ve plastiğin devreye girmesi ile oyuncak dünyası çeşitlendi. Bez bebeğin yerini naylon bebek aldı. (Şimdi yeniden bez oyuncaklara, tahtaya dönüş var ama bu bir endişe yüzünden. Naylon hastalık sebebi).
Bu oyuncak kalıplarını yurt dışından getirten veya burada hünerli kalıpçılara yaptıran iş adamları gidişata ayak uydurmaya çalıştılar. Çeşit çoğalınca şehirlerde müstakil oyuncak mağazaları açıldı. Bunlar hem yerli, hem ithal oyuncak satıyor; böyle bir mağazaya giren çocuk ne yana bakacağını şaşırıyordu.
Çin'in hemen her sahada olduğu gibi oyuncak alanında da piyasaya girmesi bir deprem etkisi yarattı.
Hem çeşitli, akıl almaz çeşitli, hem gösterişli, hem ucuz.
Etrafı Çin malları kapladı. Yerli oyuncak sanayii neredeyse battı.
Televizyonun icadı ile radyonun pabucu dama atıldı.
İnternet müzik dünyasını yerle bir etti, İMÇ'deki dükkânlar bir bir kapandı, kaset zaten unutulmuştu, CD de hapı yuttu.
Şimdi tablet bilgisayarlar ve oyuncak konsolları var. Elektronik sınır tanımaz bir hız kazandı.
Dünyanın en büyük oyuncak firmaları bu elektronik oyuncaklar karşısında zarar etmeye başladılar. Yakında onlar da ya bu alana geçer, ya da dükkânın kapısına kilit asarlar.
Üstelik bu elektronik oyuncaklar çocukları olduğu kadar büyükleri de etkiliyor. Bir baba oğluyla bu oyunları saatlerce oynayabiliyor.
Siz siz olun tahta oyuncaktan, bez bebekten şaşmayın. Bırakın çocuklarınız kendi oyuncaklarını kendileri yapsın. Gücünüz yeter, sözünüz geçerse. Televizyon nesli bunlar, zor çocuklar.

Mustafa Kutlu
3-7-2013 Yeni Şafak